Başlangıç » Uncategorized » Gezi dersleri – 2: “Usta” Meydan Okudukça, Meydanlar Halkın Oluyor

Gezi dersleri – 2: “Usta” Meydan Okudukça, Meydanlar Halkın Oluyor

Kategoriler

Deniz Yıldırım

Deniz Yıldırım

Dr. Deniz Yıldırım, 2010 yılında Ankara Üniversitesi SBF'de Siyaset Bilimi alanında "Bir Hegemonya Projesi Olarak AKP'nin Doğuşu" başlıklı teziyle doktor ünvanı aldı. Saray Rejimi kitabının yazarı. Yıldırım'ın eşi Evren Haspolat ile birlikte derlediği "Değişen İzmir'i Anlamak", "Değişen Karadeniz'i Anlamak" ve "1980 Sonrası Türkiye'de Yeni Siyasal Akımlar" adlarını taşıyan 3 de kolektif/editoryal kitabı bulunuyor. www.twitter.com/denizyildirim79

Tam Profili Görüntüle →

 

 

 

Gezi dersleri – 2: “Usta” Meydan Okudukça, Meydanlar Halkın Oluyor

Deniz Yıldırım – BirGün Gazetesi (10 Haziran 2013)

Görsel

Türkiye’de uzun süredir bir hayalet dolaşıyordu; şimdi hem cismi hem de ismi var: Gezi Direnişi. Bu direnişi anlamanın yolu; onun taşıyıcı dinamikleri kadar nedenlerine de eğilmeyi gerektiriyor. İlk not: AKP rejiminin mekan üzerindeki sınıf siyaseti, karşı karşıya olduğumuz birçok meselenin kesişim kümesinde yer alıyor. Bunu anlamak ve Gezi Direnişi’yle Türkiye kentlerine yayılan halk hareketinin içerisinde barındırdığı farklı sosyallik ve siyasallaşma pratiklerinin birliktelik kümesine şaşmamak; aksine bu mücadele birlikteliğini pratikten süze süze programlaştıran yeni ve halkçı bir arada yönetme-yaşama modeline/siyasetine evrilmesini sağlamak gerekiyor.

 

Bu noktada endişeli liberallerimizin harekete ilişkin “yaşam tarzı otoriterliği” tadındaki sınırlanmış yorumlarına alan açmaya ise hiç gerek yok;  liberalimiz,  Boynerler’le yaşam alanlarımıza saldırı meselesi üzerinden ortaklaşamayacağı için, oradan alacağı “aferin”in karakterine göre muhalefetini kuruyor; bu yüzden yaşam tarzı otoriterliği vurgularının merkezileştirilmesi, liberallerin her dönem olduğu gibi sınıfsız, ama epey “sınıfsal”  ideolojik yumuşatma görevinin parçası olma yolunda.  Bilgileri eksik: Hatay’da can veren 22 yaşındaki Abdullah Cömert’in narenciye işçisi ve Ankara’da yaşam mücadelesini sürdüren Ethem Sarısülük’ün Ostim işçisi olduğu gerçeği ortada; bu bilgiler ve halk hareketinin sermaye birikiminin despotikleşen rejimle ilişkisine dokunan karakteri, büyük sermaye ve holding medyası çevrelerinde en başından beri irkilme dışında hissiyat yaratmıyor. Penguen sendromu budur.

 

Ve eklemeli: Gezi; direnişi tüm ülke sathında kentsel dönüşümde, HES’lerde, termikte, köprülerde, parklarda, kıyılarda; ormanlarda, tarlada, merada ve yaylada hakim sermaye birikim stratejisi haline gelen çapulculuğa (yağma); yani yaşam alanlarımıza dönük saldırıya karşı gelişen/biriken yerel seslerin kesiştiği yerden yükseltiyor; yaşam alanlarımıza dönük piyasacı saldırıyı yaşam tarzlarına dönük otoriter pratiklerden bağımsız okumadığı için de; sermaye birikimiyle siyasal rejimin despotik karakterinin kesişim kümesinde yer alan öfke seslerini besteleyip müziğe dönüştürüyor. Şarkıların çoğalması bundan.

 

Türkiye halkı, ağaç, park, Emek Sineması, AKM, heykel ve Cumhuriyet meselesinde yıkıcılar karşısında birlikte mevzilenerek, aynı zamanda kurma iradesini de programa dönüştürüyor. Bu açıdan Gezi Direnişi, “yıkıma dur” kararı anlamına geliyor, doğru; ama ardından Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda beliren alternatif ve müşterek kamusallık deneyimleri eşliğinde bir inşa faaliyetini tabandan ve mekandan örgütlüyor. Bugün kamusal meydan olarak özgürleştirilen Taksim’de ve özellikle Gezi’de inşa olunan kamusallık, bu anlamıyla yeni, halkçı, demokratik ve gerçekten laik Cumhuriyet’in aşağıdan örgütlenmesi adına sergilediği potansiyelle egemenleri ürkütmeyi çoktan başardı. İktidar bloğunun telaşları; bu ikili iktidar potansiyelinin filiz vererek kentsel meydanlarda görünürleşmesiyle de bağlantılı. Halk hareketinin yıkımını engellediğiyle kurduğu ilişki “muhafaza ve müdafaa” çizgisinden, yeni bir Cumhuriyet çekirdeğine evrilme potansiyelini artık elinde tutuyor; kapsayıcılığı ve kararlılığı; kurma iradesinde bulduğu bu umutla daha da beslenecektir. Çok açık: Türkiye halkı bu direniş aracılığıyla temel sorun alanlarına dönük çözümleri ve çözüm programını pratikte, fiili mücadele içinde ve birlikte örgütlüyor. Dolayısıyla Gezi Direnişi’nin tüm Türkiye kentlerine yayılan radikal enerjisi; uzun süredir mayalanmakta olan öfke potansiyellerinin birlikteliğini sağlayan dinamikler olmadan anlaşılamayacak, burası kesin.

 

Nitekim Cumhuriyetçi hareket içinde son bir yıldır resmi bayram kutlamalarının yasaklanması neticesinde daha da biriken kitlesel ve fiili sokak siyaseti pratiğini AKP’nin Taksim rejimine karşı Gezi Direnişi’ndeki mevzilenmeye taşıyan da bu mayalanma; daimi baskı rejimi karşısında epeydir her türlü siyaset yapma kanalı kriminalleştirilip tıkanan ve neticesinde sokak siyaseti pratiğini geliştiren; AKP rejiminden hak almanın fiili yollarını çoktan keşfetmiş Kürt gençlerinin meydanlarda yer tutması da bundan ve elbette yağmacı-çapulcu sermaye birikim tarzı karşısında müştereklerimizi sermayeye kaptırmama kararlılığını mücadeleye en baştan itibaren katarak hareketin sınıf ilişkileri içinde köklenmesini; üzerinde yükselmesini sağlayan sosyalistlerin rolünü merkezileştiren de bu farkındalık. Antikapitalist müslümanların sürecin başından bu yana sergiledikleri tutum da bu eksenin önemli bir imkanı. Buradaki radikal siyasal dönüşüm enerjisinin gelecek günlere devredeceği imkanları görmezden gelmemek; günün acil mücadele ve direnme pratiklerini koruyan, geliştiren ve her şeyden önce AKP rejiminin denetimi altındaki toplumsal kesimlere doğru genişleten bir perspektif geliştirmek; sadece Türkiye toplumunun tabandan yükselen yeni, halkçı ve devrimci birarada yaşama pratiklerinin model haline gelmesine değil; bu modelin bir yönetme seçeneğine dönüştürülmesine de bağlı. Bu ise, mekanı fetişleştirme hatasına düşmeden, bir yeni siyasal kurucu özne tarifini ve aciliyetini, bu deneyime ve tabana yaslanarak genişletme stratejisi bağlamında derhal düşünmeyi gerektiriyor.

 

Öte yandan unutmayalım; AKP rejiminin mekan üzerinden gelişen otoriter, tektipçi ve piyasacı politikaları; mekan üzerinden gelişecek karşı duruşlardan duyduğu korkularla birlikte ilerliyor. Bunun açık örneği 78 günlük Ankara TEKEL Direnişi. Kent merkezinde farklılıkları birlikte yaşama ve yönetme modeli çerçevesinde uyumlulaştıran işçi sınıfı kamusallığının inşa edilmesi; AKP rejiminin Türkiye toplumuna ilişkin otoriter ve ayrımcı siyasetlerinin sınıf ilişkileri temelinde geriletilmesi adına ilk ve en önemli imkan olduğu kadar; bugünkü mücadeleye kendisini devreden “görünmez” bir mirastı da.  Erdoğan’ın TEKEL Direnişi sonrasında ifade ettiği “bir daha böyle bir şeye asla izin vermeyiz” sözleriyle;  Habertürk’te geçtiğimiz Pazar çıktığı TEKE TEK programında Gezi Parkı’ndaki 50 kişilik gruba neden sabaha karşı biber gazlı operasyon yapıldığı sorusunu “orayı işgal etme durumları vardı, önceden TEKEL’de yaşadık” sözleriyle yanıtlamasını birbirinden ayırmak mümkün değil. Üretim alanıyla yaşam alanı arasındaki ayrımların sermaye talanıyla giderek silikleştiği bir ortamda bu tahakkümün alternatif bir kamusallıkla ters yüz edilmesi ihtimali AKP’nin siyasal, sermayenin de sınıfsal korkularını besliyor. TÜSİAD medyasının Taksim Direnişi’ne verdiği Penguen yanıtı; sadece maruz kaldığı baskıdan değil; sınıfsal pozisyonundan da kaynaklanıyor. Sermaye ile AKP arasındaki bağları deşifre eden direniş hareketi; buradan bakınca sınıfsal potansiyelleri bakımından derinleşmeye müsait; mesele emek hareketinin örgütlü müdahalesinin sürece direngen ve kararlı şekilde katılmasının sağlanmasında düğümleniyor ve bu bakımdan sendikaların şu ana kadar iyi bir sınav verdikleri söylenemez.

 

Diğer taraftan Gezi ile birlikte fiili sokak siyasetinin ortaya çıkışı iki anlamı daha içinde barındırıyor. AKP rejimi kuvveti yukarıdan tekelleştirip devlet aygıtları içindeki yeni projesini neoliberal Sultanlık aracılığıyla topluma dayattıkça; halk yönetme pratiğini demokratikleştirip aksi etki yaratarak yetki ve yönetimi tabana yayma eğilimi taşıyor.  Halkçı-demokratik bir kamusallığın mülkiyet ve ücret ilişkisini dönüştürerek Gezi Parkı’nda örülüyor olması, bu bakımdan yeni rejim karşıtı kuvvetlerin programını ister istemez radikalleştiriyor. Diğer yenilik ise; yeni rejimin 12 Eylül rejiminden devraldığı siyasal temsil olanaklarını kısıtlayan elbiseyi daha da daraltarak, kurumsal temsil dolayımlarını ortadan kaldırması sonucunda sokağın korku eşiğini aşmasında ve yeniden siyasallaşmasında görülüyor. Bu durum, 6 ay önce Burhan Kuzu’nun Radikal’deki röportajında Ezgi Başaran’a söylediği “yargı normalleşti, bir tek sokak kaldı” sözleriyle AKP rejiminin okuması/öngörüsü içindeydi diyebiliriz. AKP rejiminin artan otoriterliği ve sermaye birikiminin mekan üzerinden ilerleyen çapulcu karakteri karşısında sokak siyasetinin yükseleceği öngörüsü, yeni bir tedbir stratejisi olarak kendisini ilk kez yine emeğin örgütlü gücü karşısında sınadı. Bu yıl 1 Mayıs öncesinde Taksim Meydanı üzerinden AKP rejiminin tüm kentte uyguladığı sıkıyönetim ve ardından Valiliğin aldığı kararla Taksim, İstiklal çevresinde basın açıklamalarının bile süresiz yasaklanması, bu açıdan sıradan bir “meydan okuma” olmanın ötesinde, yeni koşullara uyarlanmış bir rejim okumasıydı. AKP’nin sermaye birikimi, siyasal rejim ve rejimin mekansal temsiliyeti üçlüsünün kesişim kümesindeki Taksim üzerinden yükselttiği bu yeni stratejinin, yine barikatın en sert çekirdeği olan Taksim üzerinden geriletilmiş olması; bundan sonra rejimin yönünü olduğu kadar; halk hareketinin de özgüvenini belirleyecek karakterde. Nedeni çok açık:  “Usta” meydan okudukça; meydanlar halkın oluyor. 

Not: Bu yazının 9 Haziran’da Evrensel Pazar ekinde yayımlanan “Gezi Dersleri: Birleşen Bir Halkı Hiçbir Kuvvet Yenemez” başlıklı ilk yazı ve değerlendirmeler ile birlikte okunması tavsiye olunur. http://www.sendika.org/2013/06/gezi-dersleri-birlesen-bir-halki-hicbir-kuvvet-yenemez-deniz-yildirim-evrensel-pazar-eki/

 


Yorum bırakın