Başlangıç » 2013 » Aralık

Aylık arşivler: Aralık 2013

Rejim Dönüşümünü Sınıfsal Zemin Üzerine Yerleştirerek Analiz Etmeliyiz

BirGün Gazetesi Kitap Eki (5 Ocak 2013 – Rejim Dönüşümü Söyleşisi)

Not: 5 Ocak 2013’te BirGün Gazetesi Kitap Eki’nde yayımlanan “Rejim Dönüşümünü Sınıfsal Zemin Üzerine Yerleştirerek Analiz Etmeliyiz” başlıklı söyleşide, otoriterleşme, dinselleşme ve rejim dönüşümü tartışmalarını sınıfsal zemine yerleştirmek için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın pratiklerine bakmak gerektiğini vurgulamış, konuyu açmıştım. Söyleşinin ilgili bölümünü, son dönemde bu Bakanlık ve ona bağlı birikim süreci üzerinden yaşananların “siyasal” karakterini daha iyi anlamak adına kısaltarak yeniden paylaşıyorum.

Görsel

———–

İlgili Söyleşiden:

Kaldı ki anayasal düzlemde garanti altına alınıp kurumsallaştırılmak istenen sistem, bir Bakanlık tarafından yürütme modeli olarak uygulanıyor. Bu otoriterleşmenin sınıfsal zeminini iyi görmek ve modeli daha iyi anlamak için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bakalım yeter.

Nasıl?
Deniz Yıldırım: Öncelikle 2011’de Kanun Hükmünde Kararname’yle kurulan yeni bakanlıklara bakalım. Hepsi kriz sonrası yeni ekonomik mimariyi kamu yönetimine yansıtacak karakterde. Bunlardan birisi de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Bu bakanlık, KHK ile kuruldu ve yasama organına onaylatılmadı kuruluşu, doğrudan fiili olarak Başkan’a bağlı işliyor; yani Anayasa taslağındaki gibi; meşruluğunu yasamadan değil, doğrudan Başkan’dan alıyor ve her türlü denetimden azade. İstediği her yasal düzenlemeyi, kendisini kuran KHK’lar dahil olmak üzere Meclis’te “özel yasama” tekniğiyle acilen geçiriyor; sermaye birikiminin kentsel rantın paylaşılması etrafında odaklanması nedeniyle, istediği her türlü düzenlemeye karşı gerek parlamenter, gerek Sayıştay gerekse de yargısal denetimi kapatabilecek yetkilerle donatılmış durumda.  Kentsel dönüşüm, yani Afet Yasası bunun açık örneği; idareyi yargısal anlamda denetim dışına çıkarıyor. Bakanlık kadrolarını KPSS’siz doldurabiliyor; yerellerde Büyükşehir Yasası eliyle, özellikle de Çevre ve Şehircilik İl Müdürlükleri aracılığıyla toprak mülkiyeti ve imar konusunda neredeyse “mülk sultanın” hukuku uygulayacak yetkiye kavuşuyor; birikim rejiminin gündemiyle siyasal açıdan merkezileşmeyi uyumlulaştırarak yeni rejim açısından ayrıcalıklı devlet aygıtı konumuna yükseliyor. Bu bakanlığı incelemek bile, yeni rejimin sınıfsal-siyasal eklemlenmesini analiz etmek ve neoliberal Sultanlık Rejimi için bir Anayasa değişikliği beklememek gerektiğini gösteriyor.

Sultanlık burada metafor olarak mı önerdiğiniz bir kavram peki?

D.Y: Tam olarak metafor olduğunu söyleyemem. Çünkü bu saptamanın tarihsel bir zemini ve işlevselliği var. Sultanlık inşası tarihsel bir nitelik taşıyor; buna karşın kavram olarak her dönemi genelleştirme riski de taşıyor. Yani imparatorluklar çağında sultanlara “neden cumhuriyete geçmediniz?” sorusunu sormak tarihdışı bir sorudur. Dolayısıyla sultanlık inşası derken onu da tarihselleştirmemiz gerekiyor. Kastım, burjuvazinin siyasal devrimlerle egemenliğin kaynağını dönüştürdüğü koşullarda siyasal tekeliyet kuran ve yine bunu yeni meşrulaştırma pratikleri üzerinden ilerleten Hamidyen rejimdir. Burada da Hamidyen karakterde bir sultanlık inşasından söz ettiğimi belirtmeliyim. Gelelim sultanlık meselesinin neden metafor olmanın ötesinde anlamlar taşıdığı konusuna. Öncelikle şunu hatırlayalım. Tarihsel olarak cumhuriyetçi rejimlerin her çürümesi ve krizi karşısında sistem içi restorasyon çözümlerinin herbiri, daima imparatorluk tesis eden, gücü bu yönde merkezileştiren ve bunu yaparken de meşruluk kanallarını giderek dinselleştiren bir karakter taşır. Roma Cumhuriyeti’nin oligarşik karakterini ve iç savaşla yönetme krizine giren tarihselliğini düşünelim. Evet iç savaşı belki Jül Sezar bitirmiş olabilir; ama esas olarak bu krize gerçek siyasal yanıtı getiren kişi hemen ardından gelen Augustus oldu ve Augustus’un ilk yaptığı şey sözde cumhuriyetin çürümüş kurumlarını tasfiye etmeden kendisini “principate” ya da eşitler arasında birinci ilan ederek İmparatorluğa geçiş olmuştur. Aynı şey Bonapart için de rahatlıkla söylenebilir. Kendisini imparator ilan etmesi üzerinden. O yüzden, egemen sınıfların hegemonya krizinin cumhuriyet krizine dönüştürüldüğü bir ortamda, bu hegemonya krizini iktidar bloğu adına çözen her güç, ekonomik iktidar karşılığında böyle bir siyasal iktidar tekelleşmesine ve Sezarlık, imparatorluk ya da Sultanlık inşasına yönelmekte. Burada Sultanlık çözümü, cumhuriyetin eski sınıfsal karakteriyle çözülme evresine girdiği dönemin ürünü. Tarihsel niteliği gereği, 1980 sonrası Cumhuriyet rejiminin içine sokulduğu oligarşik karakter ve hegemonik çözülme dikkate alınmadan, bu çözülmeyi politikleştirerek imparatorluk referanslarına daha çok başvuran bir yeni rejim saptamasını yerli yerine de oturtamayız.

Peki ya işin siyasal ilahiyat boyutu?

D. Y: Burası önemli. AKP’yi ve yeni rejim inşasını tarihselliği ve sınıfsallığı etrafında anlamak isteyen her analiz, en sonunda tüm Sezarist-Bonapartist çözümlerin cumhuriyetin krizine cumhuriyeti yıkarak yanıt verdiklerini dikkate almak zorunda. Buradan devam edelim. Birincisi, sömürü ilişkilerini de içerecek şekilde iktidarın kaynağının dinselleştirilmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Burada da bir tarihsel devamlılık var kuşkusuz. Augustus’un Roma’da gücü tekelleştiren yeni rejim inşasına eşlik eden şey, artan oranda dinselleştirmeydi. Döneme damgasını vuran özellik, rejimin Augustus’un nezdinde kutsanmasını simgeleyen tapınakların inşa edilmesiydi. Bunu not edelim. İkincisi, Bonapart’ın 1851 hükümet darbesi sonrasında ilk gündeme getirdiği yasalardan birisi, eğitimin dinselleştirilmesine dönük düzenlemelerdi. Bunu rejimin kendisini ilahileştirmesine dönük diğer ritüellerle beslemesi izledi. Abdülhamit dönemi de bunun örnekleriyle doludur. Ya da İslam tarihine bakalım. Emeviler döneminde Muaviye’nin gücü merkezileştirmesi/baskıcı rejim inşası sürecinde ortaya çıkan İslam itikadı Cebriyye, ki cebir kökündendir ve yine benzer bir krizin ve yarılmanın üstüne gelen karakterdedir; iyiliklerin kaynağını dünyevi iktidarla özdeşleştirirken; her türlü kötülüğün, sömürünün ve baskının kaynağını ise ilahileştiren bir kader anlayışını yerleştirerek bu tür bir siyasal ilahiyat formülüne boşuna yaslanmamıştı.  Yeraltındaki işçilerin ölümünü “güzel öldüler” diyerek karşılayan; çadırda yanarak, gölette boğularak, madende göçük altında kalarak ölen işçilerin durumunu piyasalaştırmanın, güvencesizleştirmenin, taşeronlaşmış sömürü ilişkilerinin dünyevi karakterini silikleştirecek şekilde ilahi bir gerekçe üzerinden “kader”le açıklayan, işte tam da bu “maddi zor”la “manevi zor”u bütünleştiren yeni Cebriyye rejimidir.  Bu noktada dinselleştirmenin ya da isyanları bastırıp denetleme projesinin ilahi karakterini açığa çıkartmak, aynı zamanda sınıf ilişkilerinin üzerindeki örtüyü kaldırmak anlamına geliyor. Tam da bu nedenle piyasalaştırma, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma ve ekonomi dışı zora dayalı tüm ilkel birikim dinamiklerinin elinde iki tür “zor” kaldı diyebiliriz. Birincisi yasal ve maddi zor; emeğin her türlü sendikasızlaştırma, güvencesizleştirme yoluyla denetlenmesi ve muhalefetin “terör” üzerinden kriminalleştirilmesi; ikincisi manevi zor; ezilenlerin içinde bulundukları sınıf ilişkilerini ve konumlarını ilahi bir “mecburiyet” olarak kabullenmeye zorlanmaları. Dolayısıyla gücü tekelleştiren, cumhuriyetin oligarşik karakter kazanıp krize giriş dinamiklerini 2008 krizi sonrası sermayenin ilkel birikimci beklentileriyle birleştiren bir Sultanlık rejimi pratiğinin en sonunda kendisini ilahileştirmesi, kutsallaştırmasıdır sözkonusu olan. Augustus’un Roma topraklarını kendi iktidarını ilahileştirecek ve sorgusuz-sualsiz bir zemine yerleştirecek düşüncesiyle kendi adına tapınaklarla donatmasıyla; Erdoğan’ın kendi adına, sultanlar camii anlamına gelen “selatin camii” yaptırma girişimleri arasında kategorik olarak bir fark yok. Sistem içi fren-denge mekanizmalarını tasfiye ederek gücü tekelleştiren her iktidar açısından dinselleştirme; emeğin denetlenmesine olduğu kadar rejimin de kutsanmasına, ilahileştirilmesine hizmet eder. Çünkü denetim mekanizmalarını tasfiye ederek tekelleşen her rejim, hatasızlığını ima ederek zaten kendisine bir ilahilik atfetmiştir. AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un geçen hafta sarfettiği “AK Parti, Allah’ın yardımıyla iktidarda” sözü tam da bu siyasal ilahiyatın ulaştığı yeni boyutu göstermesi açısından epey semboliktir.

Bu saptama rejim dönüşümü meselesine bakarken hangi boyutları eklemleyerek, irtibatlandırarak ele almamızı sağlayabilir?
D.Y: Tam da bu yüzden yeni rejimin her yasal düzenlemesine; siyasal anlamda tekelleşen iktidar; sınıfsal anlamda sermayenin birikim olanaklarını genişletirken emeği köleleştiren karakter ve ideolojik düzlemde de bu ilişkilerin dinselleşme ile yumuşatılmasını, korunmasını gündeme alan içeriğine bütünlüklü vurgu yaparak çözümlemeliyiz. Bunun en açık örneklerinden birisi, 4+4+4 yasasıydı mesela; bir yanda neredeyse Milli Eğitim Bakanlığı’na tüm parlamenter yetkileri devreden bir yetki yasası; diğer yanda özellikle meslek liseleri üzerinden öğrenciliğin işçileştirilmesi-güvencesizleştirilmesi; eğitim aracılığıyla, aileden devralınan sınıf ilişkilerinin devamlılığının, yeniden üretiminin garanti altına alınması ve son olarak da eğitimde dinselleştirme pratiklerinin yoğunlaştırılması. Bu üçlü karakter her düzenlemede birbirini tamamlayıcı nitelikte işliyor ve bunlardan sadece birisine odaklanmak; diğer karakterleri silikleştirerek yeni rejimin hegemonyasına pasif de olsa destek sağlamaya yarıyor. O yüzden bir kere bu sınıfsal, siyasal ve ideolojik üçlü karakteri iyi anlamalıyız. Erdoğan’ın dindarlaşma polemiği üzerinden sarf ettiği nesil tartışması ve “isyankar mı olsunlar?” sözü ya da 444’lü eğitim-öğretim yılının açılışında söylediği “imam hatiplerden hiç terörist, anarşist yetişmedi” sözleri, tam da eğitim-dinselleşme ilişkisinin gerçek mahiyetini ve sınıf ilişkilerinin din üzerinden denetlenmesi projesinin karakterini açığa vurduğu için önemli. Bu dil ve tarihsellik, en çok da 12 Eylül rejiminin doğrudan baskı aygıtlarına yaslanarak inşa ettiği sınıfsallığı hegemonik araçlarla; onun tespitini de, çözümünü de paylaşarak yeniden ürettiği, restore ettiği için aslında karşımızdaki sürecin Kenanizm’in hegemonik araçlarla sürdürülmesi anlamına geldiğini de iyi belirlememiz gerekiyor. Bu rejim havadan oluşmadı; 12 Eylül darbesinin yasal-kurumsal zemini üzerinde ilerliyor. Dönüşümü okurken bu bağı kurmak zorundayız.

Son olarak bunu açalım mı? Kenanizm’in zaferiyle neyi kast ediyorsunuz?
D.Y: Zizek’in bir saptaması üzerinden düşünüyorum bunu. Zizek bir siyasal pozisyonun aslında tam da ideo-politik muarızları tarafından sözde “tasfiye” edildiğinde bir –izm haline geldiğini ya da hegemonik bir karakter kazandığını vurguluyor. Mesela Sezarizm’in zaferi, Sezar’ın ölümü sonrasında onun çözümünü hegemonikleştiren Augustus sayesindedir. Ya da Thatcher’in zaferi, onun “demir” ilişkilerinin neoliberal temelde yumuşatılmasına ve hegemonik karakter kazanmasına dönük Blair dönemindedir; Thatcherizm tam da o dönem ideolojik zaferini ilan etmiştir. Ben de AKP’nin 12 Eylül 2010 referandumu ve sonrasında ideolojik-politik düzlemde Kenan Evren üzerinden “darbecilerle hesaplaşma” şiarıyla yürüttüğü “dönüşüm”lerin  hem sınıf ilişkilerinin denetlenmesi hem ideolojik ve siyasal düzlemde bu ilişkilerin bastırılma biçimleri hem de uluslar arası emperyalist süreçlerdeki bölgesel işlevsellik üzerinden düşünürsek Kenanizm’in hegemonikleştirilmesi ya da Kenanizm’in hegemonik araçlarla restorasyonu anlamına geldiğini söylüyorum.

Ne Yapmalı?

D.Y: Bu otoriter rejim dönüşümünü her alandaki izleriyle takip etmek ve onun sınıfsal karakteriyle mücadeleyi siyasala tahvil etmek gerekiyor bu dönemde. Aksi durumda Sultanlıkta “demokrasi”  pazarlığına döner mesele. Oysa cumhuriyetin eleştirisi demokratik ve halkçı bir cumhuriyet inşasıyla mümkündür; onu sultanlıkla ikame etmekle ya da sultanlığı demokratikleştirmekle değil. O yüzden rejim meselesini görmezden gelen her tür politik konumlanış tarihdışıdır bugün. Tam da bu nedenle böyle bir okuma üzerinden yeni bir kurucu siyasal öznenin tarih sahnesine çıkması sürecine, hiç olmadığı kadar önem verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü siyasal durum tespitini bu yönde yaparsak, bunun getirdiği siyasal görevleri de görmekle yükümlü oluruz. Teoriden kaçış, aslında pratikten kaçıştır bu yönüyle.

https://denizinyazilari.wordpress.com/2013/01/29/rejim-donusumunu-sinifsal-zemin-uzerine-yerlestirerek-analiz-etmeliyiz/