Başlangıç » 2013 » Ocak

Aylık arşivler: Ocak 2013

AKP ve Rejim Dönüşümü: Cihan Tuğal’ın Açmazları (Yurt Gazetesi Kültür Eki, 12 OCAK 2013)

Deniz Yıldırım

Teoriyi donuklaştırmamak için, pratikteki hızlı dönüşümleri iyi okumalıyız. Yurt Gazetesi’nin Kültür ekinde 15 Aralık’ta yayımlanan Cihan Tuğal söyleşisinden ve onun özellikle AKP’nin iktidar sürecini Gramsci’nin pasif devrim kavramı üzerinden okuyan yaklaşımının donuklaşmasından söz ediyorum. Emeğine saygım büyük; buna karşın kitabına ve bazı teorik ısrarlarına itirazlarım var.

KAVRAM SETİ

Bu itirazların özellikle genel teorik mahiyeti hakkında çok şeyler söylendi; hatta sosyal bilimler dergisi Praksis’in editörlüğünü benim ve Ebru Deniz Ozan’ın üstlendiği “Yeniden Gramsci” başlıklı 27. sayısında bu yönde önemli bir eleştiriyi Nottingham Üniversitesi’nden Adam David Morton yaptı ve Cihan Tuğal bu eleştirilere aynı sayıda yanıt verdi. İlk itirazımın, Dr. Morton’a katılarak, Gramsci’nin kavram setiyle Weberci içeriği birleştiren anlayışa olduğunu belirtmeliyim, ilgilenenlere ısrarla ilgili sayıyı bulup makaleyi okumalarını öneriyorum. İkinci itirazımsa, Tuğal’ın pasif devrim kavramlaştırmasını sadece karşıt hegemonya potansiyeli taşıyan unsurların sistem içine çekilmelerine dönük, sınıf ilişkilerinden ve siyasal süreçlerden epey bağımsız bir “transformizm”e, yani “karşıt unsurların dönüştürülmesi” vurgusuna hapsetmesine.

DÖNÜŞÜM

Oysa Gramsci’de tek başına transformizm ya da karşıt unsurların boynunun vurularak pasifleştirilmesi, etkisizleştirilmesi; bu unsurları düzen açısından yegane siyasal hegemonya projesi yapmaya yetmiyor. Örnek mi? Egemenler açısından 12 Eylül darbesi sonrasında “boynu vurulan” ya da yazdıklarıyla sistemin sopasına dönüştürülen bir dizi eski sosyalist aydının (yaygın bilinen adıyla döneklerin) varlığı üzerinden sistemin soğurma kapasitesini ve aydınlarla ilişkisini tartışmak başkadır; bu dönüştürülen unsurlar eliyle yönetmeyi öğrenmek ya da tıkanan/krize giren siyasal hegemonya olanakları karşısında iktidar alanı açılan bu unsurlarla eklemlenmeyi öğrenmek başkadır. Dolayısıyla, transformizm, pasif devrimin bir öğesidir; ancak tek öğesi değildir.

PASİF

Pasif devrimde öne çıkan, bu ideolojik soğurmanın yanında, devletin kuvvet aygıtları temelinde merkezileşen sınıfsal ve siyasal rolüdür. Pasif devrimde parti devletleşmekte, devlet partileşmektedir. Yani sadece transformizm üzerinden yapılacak çözümleme AKP’yi sivil toplum alanı üzerinden okumaya hapseder; pasif devrimlerin otoriterleşen devlet pratikleri temelindeki sınıfsallığına bakmaksa bizi bugünkü baskıcı AKP’ye çıkarabilir.

Tam da buradan hareketle üçüncü itirazımı sunabilirim. Gramsci denilince hemen aklımıza rıza ve ikna süreçleri  geliyor ve bu kaçınılmaz olarak iktisadi, kültürel ve dinsel öğelerin eklemlenmesini gündeme getiriyor. Oysa sivil toplumcu yorumları bir kenara bırakarak, Gramsci’nin hegemonya süreçlerine “zorun gölgesinde örgütlenmiş rıza” olarak baktığını ve hegemonyayı maddi bir süreç olarak okuduğunu fark edebiliriz. Kaldı ki Gramsci’nin pasif devrim kavramı da, hegemonya süreçlerinin krizine atfen bu zorlama unsurunun “yukarıdan aşağıya” ve “boyunları vurarak” ilerlediğine ve yine bu nedenlerle alt sınıfların her türlü karşı hegemonya pratiklerinin eylemsizleştirilmesinde daima baskının gölgesinde rıza faktörüne yaslandığına işaret ediyor. Buna karşın Tuğal’ın kavramlaştırmasında hegemonya süreçleri açıklanırken “rıza” ve “ikna”ya aşırı yaslanan bir kapasite görüyoruz ki bu kaçınılmaz olarak sivil toplumcu yorumların gizli bir yeniden üretimine dönüşebiliyor. AKP’yi böylesine bir sivil toplumcu kapasite üzerinden açıklamak, günümüzde bu aktörün devlet aygıtları içinde “baskı” merkezlerine bu kadar yaslanmasının nedenlerini izah edemediği gibi; onu sınıfsal ve siyasal zemindeki işlevleriyle analiz etme imkanlarını kapatarak, karşı hegemonya imkanlarını da politik karakterde aramaktan bizi uzaklaştırıyor. Siyasal bir saldırı, siyasetle göğüslenir oysa. AKP’yi geride kalan süreçte, kuvvet ilişkileri, zor aygıtlarına yaslanma kapasitesi ve bu aygıtlar içinde ve arasında yarattığı dönüşümlerden ve sağladığı kontrolden bağımsız olarak salt rıza üzerinden ilerleyen bir dönüşüm hikayesi gibi okumak ve “düzen”e dışsallaştırmak mümkün değil. Kuvveti eline geçirip devletleşen bir aktöre, içine doğduğu hegemonik kriz koşullarından bağımsız bir kesintisizlik atfetmek yerine, BonaPartizan bir karakter veren dönüşümleri anlamayı önüne koyan yeni analizlere ihtiyacımız var.

KARŞI HEGEMONİK ROL

Gelelim dördüncü itiraza: Tuğal’ın Siyasal İslam’ın sistem içine soğurulması ve sistem adına alt sınıfları denetler hale gelişi üzerine yaptığı analizlerde, Siyasal İslam’ın 90’lı yıllardaki macerasına, olduğundan daha fazla “karşı hegemonik rol” atfetmesini de sorunlu buluyorum. Siyasal İslam’ın neoliberal sermaye birikim dinamikleriyle uyumlulaşmış yorumlarının bu harekete dışsal olmanın yanında, kendi üzerinde yükseldiği sınıf kesimlerinin beklentileri ve palazlanma programları temelinde gayet içsel de olduğunu düşünmeliyiz halbuki. İslamcılık, üzerinde yükseldiği dönüşüm programı sayesinde egemen sınıfların aktifliğine; denetim altındaki emekçi sınıflarınsa pasifliğine hizmet eden bir ideolojik ve siyasal programa sahip ve bu denetleme işlevini kuşkusuz ki 2001 krizi sonrasında iyice akutlaşan yönetme krizi karşısında tüm iktidar bloğu bileşenlerinin hizmetine güncelleyerek sunduğu için zaten “düzen”in içinde. Bu işlevi 90’lı yıllardan itibaren belediyelerde hem sermaye birikiminin ve hizmetlerin neoliberal tarzda yürütülmesi, hem de istihdam ilişkilerinin güvencesizleştirilmesi yoluyla sınamış ve maddi süreçlerde programlaştırmış bir aktörden söz ediyoruz.

ALT SINIFLAR

Böyle bir sınıfsal temelde İstanbul, Ankara, Kayseri gibi büyükşehirlerde, alt sınıfların neoliberal popülist tarzda yerlileşmiş hayırseverlik pratikleri üzerinden düzen adına denetlenmesi programı, sınanmış bir program olarak 2002 sonrasında, krizdeki iktidar bloğunun genelleştirilmiş hizmetine sunulduysa, burada pasif bir dönüşümden ziyade aktif bir karşılıklılık ilişkisi bulunduğunu da belirtmeliyiz. Sermaye içi eklemlenmelerin bugününü de ancak böyle anlamlandırabiliriz.. Bu sürecin sonunda burjuvazinin yönetme krizine merhem olmak karşılığında AKP’nin İslami burjuvaziye daha fazla yer açabildiğini görmekse çok da zor değil. Daha geçtiğimiz günlerde TÜSİAD Başkanı Boyner’in bu yeni burjuvaziye daha fazla yer açıldığını kabul etmesi de;  köprü ihalesi öncesi Rahmi Koç’un “Türkiye’ye başkanlık sistemi yakışır” primleri dağıtması da bu karşılıklı aktivasyonla ve düzeniçi eklemlenmelerle anlamlı. Bu nedenle Türkiye’de İslamcılığın dönüşümünü sosyalistlerin düzen içine çekilmesi programının şiddeti ve mahiyeti ile özdeşleştirerek İslamcılığı “düzen”e aşırı dışsallaştıran okumalar yapmak; bu “muhalif” potansiyelin bugün nasıl da “düzen”in kendisi haline gelebildiğini açıklamaktan bizi alıkoyar.

Kaldı ki, İslamcı muhalefetin düzenle bütünleştirildiğine vurgu yapan bir dışsallık, bizi bu muhalefeti düzendışı bir yerde konumlandırmaya itmekle kalmıyor; aynı zamanda “düzen” denilen merkezin karşıt unsurları soğurma kapasitesine de olduğundan fazla anlam atfetmeye  zorluyor. Bu bakımdan; siyasal rejimin otoriter dönüşümünü, AKP’nin büyük burjuvazi ile sermaye birikim dinamikleri üzerinden geliştirdiği ekonomik iktidar karşılığında siyasal iktidar pazarlığını, devlet aygıtları içinde ve üzerinde yürütülen operasyonlarla bu partinin devletleşmesini; karşı hegemonya potansiyeli taşıyan en kısık sesin bile kriminalleştirilerek “terör”le özdeşleştirilmesini; “tuvalle, şiirle ve kürsü”yle sembolleşen ideolojik rıza süreçlerinin bu merkez tarafından ideolojilerle ve ikna süreçleriyle değil, bizzat kuvvete yaslanılarak göğüslenmesini dikkate almadan yapılacak her analiz, AKP’ye dair  “dışsal” rıza teorilerini yeniden üretir. Oysa AKP bugün tam da bu ilişkilerin kesişme noktasında ve “içsel”dir.
Bu bakımdan Tuğal’ın teorisinin, açmazlarının keskinliği oranında, bu sorunlara güncel yanıtlar geliştirmekten uzak olduğunu ve donuklaştığını belirtmeliyim.

——————————————————————————

Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım, Ordu Üniversitesi Ünye İİBF Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesidir. Yıldırım yazıyı Yurt Kültür için kaleme aldı.

http://www.yurtgazetesi.com.tr/kultursanat/akp-ve-rejim-donusumu-cihan-tugalin-acmazlari-h27241.html

“Arap Halklarının Demokratik Talepleri Esir Alındı” – sendika.org söyleşisi (4 Ocak 2013)

Genel olarak Arap Baharı olarak bilinen gelişmeler çerçevesinde 2012’yi nasıl değerlendirebiliriz?

Deniz Yıldırım: 2012’de dünya genelindeki en önemli gelişmelerden birisi, 2011 başında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın geçirdiği evrimdi. 17 Aralık 2010’da Tunus’un Sidi Bouzid kentinde seyyar satıcı Muhammed Bouazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan bu süreçte 2012 yılında da değişiklikler ve hızlı dönüşümler gerçekleşti. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesine giden iç savaş süreci, Arap Baharı’nın NATO merkezli bir operasyona dönüşmesi ve toplumsal enerjinin emperyalist denetim mekanizmaları eliyle boynunun vurulması çabalarıyla ilerledi. Sonuç, Libya petrollerine emperyalist devletlerin daha iç savaş sürerken muhalefetle yaptığı destek anlaşması üzerinden el koyması oldu.

Özellikle Libya merkezli olaylara baktığımızda örneğin Kaddafi’nin zalim bir şekilde katledilmesi görüntüleriyle ortaya çıkan şey, sistem açısından işlevsizleşmiş diktatörler üzerinden bölgesel ve küresel mesajlar verilmesiydi. Elinde “sopa göstermek” dışında bir seçenek kalmamış bir güçten söz ediyoruz tabi burada; içeride her silahlananın okul, sinema basıp çocukları katlettiği bir ülkenin ve onun etrafında şekillenen bloğun elindeki hegemonik araçların tükendiğinin de göstergesiydi bunlar. Nitekim daha geçtiğimiz haftalarda Nobel ödüllü Orhan Pamuk tarafından Esad’a savrulan “sonun Kaddafi gibi olur” tehdidi, tam da bu görüntüler üzerinden kültürel alandan yeniden üretilen Atlantik merkezli tehditlerin boyutlarının işaretiydi. Dönem öyle bir dönem ki, kimin kalemi kimin silahı tuttuğu belli değil.

İkincisi 2012 bir şeyi tekrar tekrar ortaya çıkarmış oldu diyebiliriz. Devrimci dönüşümler bekleyen Arap halklarının en büyük dezavantajı, tüm devrim süreçlerinde karşılaşılabilecek olan dağınıklık ve örgütsüzlüktü. Araplar bu sürece Arap Devrimi demeyi tercih ediyorlar. Tamam ama kitleselleşen öfke seli, daha çok “yıkma” odaklıydı; oysa devrim aynı zamanda yerine “yeni”yi kurma eylemidir. Çünkü yıkıp yerine kuracağın bir devrimci alternatifin yoksa, programsız, merkezsiz ve çözümsüzsen, sistem buradaki enerjiyi soğurmak ve sertçe önünü kesmek için ezilenlerden çok daha hızlı hareket edebilir. Gramsci’nin bu süreçleri çözümlerken kullandığı pasif devrim kavramlaştırması bu yüzden özellikle böyle bir çerçeveden okunarak önemsenmeli diye düşünüyorum. Özellikle Tunus ve Mısır’daki durum İslami hareketler eliyle Gramscici anlamda devrimlerin sistem güçleri tarafından eylemsizleştirilmesi, silahsızlandırılması olarak tarif edilebilir. Ancak bunun o kadar da kolay olmayacağını Aralık ayında, yani bu yıl biterken Mısır’da yaşanan gelişmeler açıkça göstermiş oldu. Dolayısıyla karşımızda bir “süreç” var ve denetleyici güç olarak sistemin tepesine oturtulan aktörlerle ve onların piyasacı programlarıyla kontrol edilmesi güç bir politik ve toplumsal enerji hala açıkta. İslami hareket ve partiler yaranın üstüne sadece bant çekebiliyor; ama kan dışarıya sızmaya devam ediyor. Dolayısıyla piyasacı ve NATO destekli İslamcı iktidarların 2008 krizinin yarattığı daralma ve sınıfsal sıkışmalarla da paralel olarak, artan oranda baskıcılaşacağı bir dönem var önümüzde ve zaten biz bunu epeydir görüyoruz burada da. Birkaç gelişme ekseninde bunların etkilerini bütün Ortadoğu’da da göreceğimiz muhakkak. Bunlar; özellikle alt ve orta sınıf gençlerin artan siyasallaşması; orta sınıfların hızlanan proleterleşmesi; bu enerjinin bu ülkelerdeki emekçi hareketle ortaklaşma zeminlerini yoklamaya başlaması, ekonomik alana sıkışan taleplerin ezilenler lehine demokrasi talebi ve inşası üzerinden siyasallaştırılması olasılığı ve son olarak sokak siyasetinin yükselişi. Halk hareketinin Tunus’tan başlayarak diktatörlüklere karşı sokak siyaseti geliştirmesi, aslında diktatörlük rejiminde halkın tepkilerini, beklentilerini olağan, demokratik yollardan devlete ulaştırmalarını sağlayacak ara mekanizmaların olmamasından kaynaklanıyordu. Sistem içi temas ve katılım mekanizmalarının olmadığı ya da adım adım tasfiye edildiği her ülkede sokağın siyasallaşması kaçınılmaz. Bu siyasallaşma bir yandan rejimlerin baskı dozunu arttırıp daha fazla açık şiddete yönelmesine; diğer yandan da ezilenlerin kendi yönetme modellerini bizzat sahada, içinde yaşadıkları sokakta, mahallede, okulda, işyerinde, meydanlarda deneyimleyerek ikili iktidar durumları yaratmalarına da kapı aralayabilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Önümüzdeki yıl bu olasılıkları da izleyeceğiz.

Mısır’daki gelişmeleri ve Mursi’ye tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Zaten Mısır’da bunların işaretlerini görebiliyoruz. Burada başlangıçta sözkonusu olan şey, Tahrir’de öne çıkan büyük enerjinin denetim dışına çıkmasını önleyecek bir projeye başvurulmasıydı. Sistem açısından, bu büyük enerjiyi denetlemek için İslamcı partiler dışında bir yönetme seçeneği kalmadı. Nitekim bu da Müslüman Kardeşler olarak bilinen hareketin Mısır tarihinde ilk kez siyasi parti kurup seçimlere katılmasına yol açtı. Tabi bu süreçte Türkiye modelinin Mısır’a yansıdığı söylendi, konuşuldu. Ama İslami hareketlerin ya da partilerin, sistem içine çekildiği, sistem tarafından iktidar verilerek terbiye edildiği bir dönemi anlatıyor bu model. Yani iktidar karşılığında da radikalleşmelerini önlemek ve toplumsal enerjiyi denetim altına alarak eylemsizleştirmek. Bu karşılıklılık ilişkisini gösteriyor. Dolayısıyla İslamcı partiler neoliberal, NATO/ABD destekli programlara bağlılık karşısında iktidara ulaşmaya ve toplumsal enerjiyi denetleme ve muhalefeti dağıtma programı karşılığında da bu ülkelerin daha da dinselleştirilmesi hedefine kilitlenmeye başladı. Mısır’da da bu yapıldı. Dolayısıyla karşımızda AKP’nin İhvanlaşması, İhvan’ınsa AKP’leşmesi gibi çiftyönlü işleyen bir süreç var diye düşünüyorum. Oysa Tahrir ruhu gerçek demokrasi istiyor.

Bu modeli nasıl okuyabiliriz 2012’de Mısır’da yaşanan gelişmeler çerçevesinde?

Önce geri plana bakalım. İnsanların bir kısmı bu tarz hareketleri, ayaklanmaları doğrudan Batı’nın kışkırttığını düşündü, tabi Türkiye’de de böyle düşünenler oldu. Bir kısmı da emperyalist devletlerin hiç müdahalelerinin olmadığını savundu. Aslında iki görüş de tam olarak gerçekliği yansıtmıyor. Ortada bir halk hareketi vardı, fakat bu halk hareketinin yöneleceği devrimci bir alternatif merkez yoktu. Yani siyasi bir seçeneği, çözüm alternatifi yoktu. Ve bu yüzden de devrimin gündemi Mısır Müslüman Kardeşler örgütü tarafından esir alınmaya çalışıldı. Amerika ve genel olarak Atlantik sisteminin güdümünde, neo-liberal dediğimiz, piyasacı bir İslamcılık anlayışı iktidara getirildi. Nitekim bu yönetim özellikle İsrail’in son Gazze katliamı sırasında müzakereci bir rol kaparak Obama’dan “aferin” almayı başardı ve bu olayın ertesi günü Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin ilk yaptığı şey, bir başkanlık kararnamesiyle ülkedeki tüm yetkileri elinde toplamak oldu. Buna bir tür hükümet darbesi adını verebiliriz. Bunun aslında bu yeni rejimlerle ilgili bir turnusol kağıdı işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz. Çünkü bu olay sistemin iç ve dış tüm bileşenleriyle bakıldığında, Ortadoğu’daki toplumsal enerjiyi baskıcı (maddi ve manevi anlamda zorlayıcı) rejimler dışında bir seçenekle karşılayamayacağını gösterdi. Halkın ekonomik ve siyasal anlamdaki beklentileriyle, bu ülkelerin başına geçirilen rejimlerin piyasacı ve despotik karakteri arasındaki mesafenin açılmasının, önümüzdeki süreçte yeni mücadeleleri de belirleyeceğinin ilk işaretlerini böylece yine Mısır’dan almış olduk. Çünkü Tahrir Meydanı yeniden hareketlendi, günlerce halk yeniden burayı doldurdu, nöbetler tuttu, farklı şehirlerde yaşayan insanlar Mursi’nin diktatörlüğüne karşı kendi direniş modelleri üzerinden katılımcı karar ve yönetim modellerini sınamaya başladılar. Özellikle Mahalla al Kübra dediğimiz bölge çok önemliydi. Emekçi nüfusun ağırlıklı yaşadığı bölgeler buraları. Ve bütün bu yaşananlar, devrimin aslında Müslüman Kardeşler tarafından kafasına çuval geçirilemediğini, başına geçirilmeye çalışılan çuval sonrasında halkın demokrasi talebinden vazgeçerek evlerine geri çekileceği düşüncesinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gösterdi. Şimdi Tahrir ruhu, sadece siyasal anlamda bir demokrasi talebinin ötesine geçebilecek potansiyele kavuşup özgürleşti diyebiliriz. Nitekim Aralık ayında anayasa oylaması yapıldı. Oylamada da yüzde 32 gibi çok düşük bir katılımla yüzde 63 evet oyu çıktı. Yani bu kadar kısa sürede liberal kriterlerle bile meşruluğu ortadan kalkmaya başlamış bir iktidar var Mısır’da ve Türkiye’de uygulanan tasfiye ve yeni rejim inşası sürecine benzer şekilde, muhalif gruplara “darbe planlaması” suçlamasıyla operasyon yapılacağı yönünde açıklamalar basına yansımaya da başladı. Bu açıklamaları Mursi’nin tüm yetkileri elinde toplamasının ardından atadığı yeni Başsavcı yaptı. Anlayacağınız Türkiye modeli Mısır’da iyi anlaşılmış. Baskıcı, piyasacı ve dinselleştirme üzerinden toplumu denetleyen yeni NATO konsepti eliyle Ortadoğu halklarının devrimci enerjisinin soğurulmasına dönük bu projenin geleceğini sadece kararlı karşı duruş değil, halkın devrimci temelde karşı alternatifler geliştirmesi, kendi örgütsel ve siyasal formlarını yaratması da belirleyecek. Ama 2012 biterken rahatlıkla söyleyebiliriz ki bütün bunlar çok kısa sürede, Batı merkezli ılımlı İslam programlarının halkın ekonomik ve siyasal beklentilerini karşılamaktan uzak karakterde olduğunu açığa çıkaran 2012’nin derslerle dolu gelişmeleri arasında sayılabilir. Artık önümüzdeki süreçte göreceğiz ki sistemin Ortadoğu’yu ılımlı İslamcı seçenekler üzerinden denetleme stratejisi hızla çözülecek. Özellikle sol/sosyalist siyasal hareketlerin baskıyla silindiği ya da eski rejimlerle bütünleştiği zeminde yükselen İslamcı hareketlerin Ortadoğu’da yapageldiği şey, toplumsal ve siyasal anlamda adalet ve demokrasi söylemini ya da talebini sömürgeleştirmek olmuştu; şimdi ilk kez iktidar yolu açılan ve sınıfsal, siyasal karakterleri hızla belirginleşen bu İslamcı projeler karşısında gerçek adalet, eşitlik ve demokrasi talebinin üzerinde örülebileceği yeni bir siyasal zemin var yıllar sonra. Fakat tekrar etmeliyim; temel sorun, yerine neyin kurulacağı konusundaki boşluk ve seçeneksizlik. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Toplumsal muhalefetin her damarı açısından artık rejimin despotik karakterini ve dönüşümünü tespit etmek işten bile değil; ancak yerine bir seçenek örmekten de uzak duruyoruz hala. Yani “eskinin öldüğü, ama yeninin de doğmadığı” bir ara dönemi temsil ediyor 2012.

2012’nin özellikle Suriye merkezli gelişmelerine gelirsek. Bu konuda neler söylersiniz?

Bir buçuk yıldır biz her sabah “zalim Esed’in” devrileceğini söyleyen bir medya-iktidar diliyle uyanıyoruz. Ama her nasılsa bir türlü o “Esed” devrilmiyor. Çünkü burada başka bir mecraya girdi Arap Baharı dediğimiz süreç. Gerçekten halkın Tunus’ta, Mısır’da olduğu gibi ayaklanıp, demokrasi talebini aşağıdan örgütlemeye başlamasından en çok da egemen güçler korkar. Bundan korktular. Fakat Suriye’de işin başka bir boyutu oluştu. Suriye, Türkiye’nin başta Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan olmak üzere Körfez Ülkeleri’yle birlikte Atlantik sistemi adına kendi gücünü üstünde sınamak istediği bir laboratuara dönüştü. Yani içeride çok büyük bir güç topladığını sürekli olarak polisiye tedbirlerle göstermeye çalışan bir iktidarın artık bu gücü dışarıya yansıtma arayışlarının da başlangıcı oldu Suriye. Türkiye’nin Napolyon Savaşları denemeleri de diyebiliriz; ancak Atlantik şemsiyesi ve himayesi altında. Hem 2008 krizinin yarattığı sıkışma hem de dünyada oluşmaya başlayan yeni jeopolitik denge açısından düşünüldüğünde Suriye, içinden birçok fay hattını geçiren, kırılgan bir deprem bölgesi. Sınıfsal, etnik-mezhepsel ve uluslararası gelişmeler açısından bakıldığında burada Ortadoğu ve yeni dünya dengesi duvarına toslandı. Çünkü hükümet, Suriye’de sadece Suriye’yle hesaplaşacağını düşündü. Halbuki Suriye merkezli gelişmeler, dünyanın yeni jeopolitik fay hatlarını içinden geçiriyordu. ABD’nin, Körfez ülkelerinin ve genel olarak NATO ittifakının karşısına İran, Irak, Suriye, Rusya ve Çin ve genel olarak Latin Amerika ülkeleri dizildi. Bir tarafta Suriye operasyonuna bölgedeki yüklenici kuvvetler üzerinden abanan Amerika ve NATO güçleri, diğer tarafta ise Suriye operasyonu karşısında ses çıkartmaya başlayan başta İran, Irak, Lübnan ve onların arkasında da Rusya ve Çin bloğu. Tüm bu gelişmeler, artık dünyanın yeniden iki kutuplu olduğunu açığa çıkardı. Yani Suriye sadece Suriye olarak okunamaz. 2012’de iyiden iyiye belirginleşen bu yeni yarılmanın önümüzdeki yıllarda temel birçok gelişmeye etki edeceğini ve belirleyici karakter kazanacağını öngörebiliriz.

Yani Suriye üzerinden biz şu anda dünyadaki yeni kutuplaşmayı da tartışıyoruz. Hükümet ve özel olarak da Dışişleri Bakanı Davutoğlu burada hesap hatası yapan aktör oldu. Sanıldı ki Suriye gerçekten dişe göre.Bu, uluslar arası ve bölgesel anlamda bir tür rüştünü ispatlama ve Türkiye’de aktör olarak vazgeçilmezliğini perçinleme operasyonu olarak hesaplanmış görüntüsü var. Esad devrilir, hem Türkiye’deki muhalif güçlere bir mesaj verilmiş olur hem de ABD’nin koruyucu şemsiyesiyle hesaplaşılmadan, onun altında, onun yapamadıklarını onun adına yapmaya çalışan bir bölge düzeni oluşturulur. Hayaldi ve gerçek olamadı. Diğer taraftan 2008 kriziyle birlikte pazar imkanları daralan sermaye grupları için de yeni sömürge alanları yaratılması ihtiyacı bu güdüleri besledi. Avrupa’daki kriz, Türkiye’nin geleneksel ihracat pazarlarının payını yüzde 60’lardan yüzde 30’lara geriletti. Tüm bu bileşenler çerçevesinde gelişen yeni politika, toplumun kabul etmesi için yerli ve emperyal bir vizyonla hegemonik bir şekilde “Yeni Osmanlıcılık” olarak sunulmaya çalışıldı. Dışarıda düşman yaratan bu dil, içeriye de uzun süredir “iç düşman hukuku” üzerinden yansıyordu zaten. O yüzden böyle bir sınamanın gerçekleşmeyeceğini düşünmek saflık olurdu. İçeride gerçekleştirilen tasfiyeler sonrası merkezileşen gücünü dışarıda da sınamak istedi Hükümet. Sonuçta, “Sıfır Sorun” diye yola çıkıldı; oysa Suriye’ye yabancı terör unsurlarının sevkine izin veren, bakanları Irak yolunda havadan geri çevrilen; İran tarafından “yeni bir dünya savaşına kapı açmakla” suçlanan bir ülkeyiz şu anda.

Özellikle NATO’nun ülkemiz topraklarında artan rolü ve Türkiye’nin Suriye’deki milislere topraklarını açması konularını 2012 biterken nasıl değerlendirmeli bu durumda?

Bu iki gelişmeyi değerlendirmeyi önemsiyorum. 2012’de özellikle Türkiye topraklarının Suriye yönetimine karşı silahlandırılmış militan unsurlarla doldurulduğunu, bu unsurlara buradaki kamplardan Suriye’ye geçip savaşmalarına izin verildiğini ve hatta CIA ajanlarının bölgede cirit atıp koordinasyon merkezini Antakya ve Adana’ya taşıdıklarını özellikle New York Times ve Independent gibi önemli Amerikan ve İngiliz gazetelerinden öğrendik. Yani Türkiye hükümeti, başka bir devlete karşı silahlı güç barındıran ve bunu üsler vererek yapan bir ülke görünümü yarattı Suriye üzerinden. Burada özellikle emirliklerle yönetilen, demokrasiyle ilgileri olmayan, yozlaşmış Körfez rejimlerinin desteğiyle, finansmanıyla gerçekleşen bir operasyon olduğu artık tüm dünya basınının gündeminde. Dolayısıyla, Bahreyn’de Şiilerin diktatörlüğe isyanına karşı Suudi tanklarını gönderip bastıran güç kimse, Suriye’de de Esad rejiminin üstüne bu militanları silahlandırıp gönderen uluslar arası güç/merkez aynı. Körfez ülkelerinin petro-dolar rejimi üzerinden bağlandıkları sistem düşünülünce, bu sürecin finansman ayağının dolaylı olarak nereye bağlandığı, hangi çıkar ağlarının bölgede Suriye üzerinden pekiştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkar. O nedenle özellikle kriz ortamında Körfez sermayesine daha da bağımlı hale gelecek olan Türkiye’nin (kentsel rantın paylaşılması ve finansallaşması üzerinden düşünürsek bölgesel teşvik yasasından mütekabiliyet yasasına; enerji yatırımlarından sukuk çıkarılmasına kadar bir dizi etken dahilinde) alt-emperyal bir pozisyonu temsil etmekten oldukça uzak olduğunu da belirtelim; zira bu süreç esas olarak kendi aralarında zaman zaman taktiksel ayrılıklar olsa da, Körfez ülkelerinin (BAE, Katar, Suudi Arabistan) hem ekonomik denetimi hem de siyasal korkuları tarafından da belirleniyor ve bu ülkelerdeki petrol, inşaat ve finans merkezli dolar hegemonyasının haraç alırcasına sürdürülmesi zemininde yükseliyor. Dolayısıyla ABD’nin dolar hegemonyası ve haraççı sistemi çerçevesinde hareket eden bir alt-emperyal kuvvet arayacaksak bu gizli aktör şu anda Körfez İşbirliği Konseyi’dir diyebiliriz. Sermaye dinamikleri açısından Türkiye buradan gelecek paraya şu anda krizin finansmanı açısından büyük bir bağımlılık içinde. Bu tespiti iyi yapmazsak, meseleyi sadece “ama Esad da diktatör” gibi bir yerden okumaya sıkışırız ki; o zaman Suriye’de rejim değişikliği talebini isteyen Körfez ülkelerinin emirlik rejimlerinin ve Türkiye’nin tavrının demokrat bir tutum olduğu gibi bir izlenim oluşabilir ve Körfez ülkelerinin petrol ticaretini dolar üzerinden yaparak hegemonyasının sürmesine katkı verdikleri ABD’nin bu süreçteki rolü görmezden gelinmiş olur. Evet Esad baskıcı bir rejimin tepesinde oturmaktadır; buna karşın Tahrir ruhu gibi bir ruh da Şam sokaklarında hiç oluşmamıştır. Suriye ile Mısır’ı aynı kefeye koyanlar burada büyük yanılgı içinde. Gerçekten değişim isteyen Suriyeliler’in gündemi, Batı, Türkiye ve Körfez ülkeleri tarafından desteklenen silahlı militanlar tarafından esir alınmış durumda ve bu şekilde kurulan rejim demokrasi değil, olsa olsa sömürge tarzı bir faşizm olur.

Belirtmek istediğim diğer nokta ise, 2012’de Türkiye topraklarının Büyük Ortadoğu Projesi konsepti çerçevesinde Suriye’deki gelişmeler üzerinden NATO’ya daha da bağımlı hale getirildiğidir. Özellikle 2004 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen NATO’nun BOP Zirvesi’nde alınan kararların 2012’de Suriye’deki gelişmeler üzerinden uygulanmaya başladığını gördük. Bunları şöyle sıralayabiliriz: NATO’nun Avrupa’daki Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın İzmir’e taşınması kararı, Libya’ya dönük havadan NATO saldırısının İzmir’deki NATO üssünden komuta edilmesi; Malatya-Kürecik’te özellikle jeopolitik açıdan Rusya ve İran’ı hedef aldığı izlenimi veren bir radar sisteminin yerleştirilmesi, yine Türkiye topraklarına NATO’nun Patriot füze bataryalarının yerleştirilmesi ve son olarak da İsrail’e NATO konusundaki sözde ambargonun kaldırılması sonucunda NATO’nun Akdeniz’de, yani Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde doğrudan askeri operasyonlar yapabilmesine dönük İsrail’i de içine alan yeni mutabakat. Tüm bunlar, 90’lı yıllarda ABD’nin Soğuk Savaş sonrası politikalarında Türkiye’nin merkezi bir yer tutacağı yönündeki saptamaları ekseninde düşünüldüğünde, giderek ülkemizin krizlerle çözülen Atlantik sisteminin sınırında bir “cephe ülkesi”ne dönüştürüldüğünü gösteriyor diyebiliriz. Türkiye’yi NATO’nun ileri karakolu yapma hedefi, Türkiye’yi tüm komşularıyla ve büsbütün dünyanın Batı dışı bloğuyla düşmanlık safına sokuyor. 2012’yi dış politika açısından analiz ederken, bu boyutu gözden kaçırmamak gerektiğini vurgulamak istiyorum.

http://www.sendika.org/2013/01/deniz-yildirim-arap-halklarinin-demokratik-talepleri-esir-alindi/

Rejim Dönüşümünü Sınıfsal Zemin Üzerine Yerleştirerek Analiz Etmeliyiz

BirGün Gazetesi Kitap Eki (5 Ocak 2013 – Rejim Dönüşümü Söyleşisi)

AKP iktidara geldiği günden bu yana, kimileri tarafından olumlu, kimileri tarafından da olumsuz anlamlar yüklenerek sürdürülen bir “rejim” tartışması var, siyasal rejim ya da rejimin dönüşümü tartışması neden bu kadar önemli?
Deniz Yıldırım: Önemli, çünkü sınıflar mücadelesi ya da sınıf ilişkileri siyasal alandaki dönüşümlerden bağımsız olarak okunamaz. Bir kere politik rejimi, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkinin siyasal mahiyeti üzerinden okumalıyız, dolayısıyla bu ilişkilerin yönetilme biçimlerine hangi unsurların (baskı, rıza); bu unsurlar içinde hangi devlet aygıtlarının (polis + özel yetkili yargı) baskın geldiğine bakmak ve bunu sınıf ilişkilerinde köklendirmek gerekiyor. Bu dönüşümlere göz kapamak, “siyasal” kavramına son derece sınıfdışı bir anlam atfetmekle eşanlamlıdır; ki bugün siyasal rejim dönüşümünü önemsizleştirerek ekonomizme kayan analizlerin liberalizmle buluştuğu yer de burası. İkincisi, Türkiye’de 80 sonrasında otoriterleşme teorilerinin denetimini elinde tutan liberal-muhafazakar hegemonyanın tüm iddialarıyla birlikte çözülmekte olduğunu görüyoruz. Liberal otoriterleşme teorileri, sınıflardan azade bir ceberrut devlet aygıtı karşısında (merkez), baskı gören tüm unsurlara (çevre) demokratlık atfeden tarihdışı, ancak işlevi bakımından oldukça sınıfsal bir anlayışa yaslanıyordu. Türkiye’de geride kalan süreçte liberal otoriterleşme teorilerinin ikna zemini kalmadı; bize önerilen demokrasi formülünden bir parti-devlet formu çıkmasını hala “otoriter demokrasi” kavramlarıyla geçiştirmeye çalışan TÜSİAD’ın Görüş dergisi yazarı “muhalifler”in teorileriyle bu dönem göğüslenemez; buraya yaslanmak otoriterleşmenin sınıfsallığına yeniden göz kapamak olur. O yüzden bu minderde güreşmekten kaçmamak gerekiyor. İkincisi, gerek Türkiye’de gerekse Ortadoğu’da (özellikle Mısır’daki) yaşanan son gelişmeler, “ceberrut laik merkez”in baskıları karşısında, demokrasi, özgürlük ve adalet kavramlarını sömürgeleştiren İslami hareketlerin kuvveti eline alması; otoriterleşme karşıtı siyasal mücadelenin ya da yeni bir demokratik rejim inşası görevinin hiç olmadığı kadar liberal-muhafazakar hegemonyanın denetimi dışında gerçekleştirilebilir olduğunun işaretlerini veriyor. Dolayısıyla teoride rejimin otoriter dönüşümüne dair sınıfsal analiz; pratikte nasıl bir demokrasi ve rejim tahayyül edildiğine dair mücadelenin de izlerini taşımak zorunda. O yüzden böyle bir tartışma, pratiğin önünü açtığı ölçüde yararlı. Mesele AKP’yi istisnaileştirmeden ve de bu aktörün tarihsel anlamda devraldığı güç ilişkileriyle irtibatını kesmeden bir kuramlaştırma işine girişmek.

Bu durumda Başkanlık sistemi tartışmaları bu rejim dönüşümünün neresine oturuyor?
Türkiye’de şöyle bir tuhaf bakış oluştu. Her şey yasalarla kurulur; yasalar geçtiğinde de her şey biter. Bugün siyasal iktidar tarzının dönüşümüne dikkatle bakarsak, iktidar bloğunun böyle bir yasallıkla zerre kadar kendisini bağlı hissetmediğini görebiliriz. Dolayısıyla, burada klasik anlamda Başkanlık sistemi değil; gücü tekelleştiren ve sermaye adına her türlü denetim ve katılım ilişkisinden toplumu daha da dışlayan; bunu yaparken de ideolojik hegemonyasını gündelik hayatın, “kültürel” alanın, ailenin, kadının ve eğitimin dinselleştirilmesiyle ilerleten bir neoliberal Sultanlık rejimi halihazırda işliyor zaten. Bunun anayasaya geçirilmesi arayışlarıysa, bu işleyişi kurumsallaştırmak, rejim olarak tescil ettirmek ve hem “çift başlılık” tartışmasında da görüldüğü üzere iktidarın iç bölünmelerini yukarıdan denetlemek hem de toplumsal-siyasal muhalefetin her türlü ayağa kalkışı karşısında “önleyici” tedbirler almak üzerinden anlamlandırılıyor. O yüzden 2008 sonrasında her türlü siyasal muhalefetin “terör”le özdeşleştirilmesi yoluyla siyasal alanda tekelini zor aygıtlarına dayanarak ve devlet aygıtları içinde karşıt unsurları temizleyerek ilerleyen bu rejim inşası süreci, 12 Eylül 2010 Anayasa referandumuyla birlikte net bir biçimde önleyici Bonapartist bir karakter kazanmıştı zaten.

Dolayısıyla “Sultanlık zaten inşa edildi; mesele onu kalıcılaştırmakta ve kişilerin ömrüyle sınırlı kalmanın ötesine geçirerek rejimleştirmekte” mi diyorsunuz?

Kesinlikle bunu söylüyorum. Kurumsalcı bakışların ötesine geçerek bunu saptayabiliriz. Birincisi, neoliberal Sultanlık inşası, bir yanda cumhuriyetin 2001 krizi sonrası içine düştüğü krizin üstüne gelen bir iktidarı tarif ediyor. İkincisi, bu iktidarın 2007 sonrası ve “ iç ve dış şartlar ilk kez bizden yana” tespitiyle eline aldığı operasyonel kuvveti dikkate alarak, polis+özel yetkili yargının siyasal süreçlerde merkezileşen rolüyle bütünleyerek analizi sürdürmeliyiz. Aksi takdirde, Marx’ın Victor Hugo’yu eleştirirken kullandığı o veciz sözde olduğu üzere “olaylar, duru gökte çakan şimşek gibi görülebilir”. Ki duru gökte şimşek çakmaz. Üçüncüsü, 2008 sonrası uluslar arası kriz dinamikleriyle bağ kurmayan her otoriterleşme teorisi, liberal dile hapsolur. Oysa 2008 sonrasında rejimin genel işleyişi, kuvvetler arasında yürütmenin artan hakimiyeti, yargı üzerinde yoğunlaşan denetim ile sermayenin ekonomi dışı zora daha fazla yaslanan ilkel birikimci stratejisinden bağımsız okunamaz. Kentsel ve doğal rantın paylaşılması, enerji ihalelerine iptalin ve yargısal denetimin önünün kapatılması, yeni bakanlıkların KHK ile kurulması, yasama yöntemi olarak “özel yasama” yani “torba yasa” yönteminin belirlenmesi, 2010 referandumu sonrasında Meclis’in, yargıdan çıkan “özelleştirme iptal kararlarını uygulamama” kararı alabilmesi; Danıştay Başkanı’nın özelleştirmeler, yani sermayeye transferler hakkında konuşurken “artık iptal miptal yok” demesi; Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın enerji ihalelerinin iptal edilmemesi konusunda  “yasama, yürütme, yargı yekvücud olduk” açıklamaları; kentsel dönüşüm ve Afet Yasası bağlamında yürütülen mülksüzleştirme sürecine yargısal denetim yollarının kapatılması; ancak olağanüstü hal dönemlerinde başvurulan “acele kamulaştırma” kararlarının istisnadan kurala dönüşmesi.  Ya da Büyükşehir Yasası’na bakalım. Bir yanda köy tüzel kişiliğinin zora dayalı kaldırılması ve ortak kullanım alanlarının kentsel ranta açılması; diğer yanda sınırlı da olsa katılım kanalları veren binlerce köy muhtarlığının ve belde belediyesinin ortadan kaldırılarak gücün neoliberal derebeyliklerinde merkezileştirilmesi. İlkel birikim ve zor dinamikleriyle siyasal anlamda gücün merkezileşmesi olarak Sultanlaşma olgusunu bu yasa çok net açığa vuruyor. Buradan çıksa çıksa Ortaçağ’ın haraççı ideolojileri çıkar. Daha sayabileceğimiz onlarca otoriterleşme pratiğinin, iyi bir inceleme sonunda kriz ve sınıf ilişkilerinin baskıcı temelde yapılandırılmasından bağımsız olarak okunamayacağı ortaya çıkar. Sermaye, kriz dinamikleri eliyle yapılanan rejimin toplumsal anlamda denetlenmesinin önündeki tüm kısıtlı yasal/kurumsal setleri kaldırıyor.

Bu durumda Başbakan’ın “kuvvetler ayrılığı olayı önümüzde engel” açıklaması nereye oturuyor?
Bu açıklamanın şehir hastaneleri üzerinden kentsel rantın dağıtımı ve hizmetlerin özelleştirilmesi çerçevesinde yapıldığını hatırlatmak isterim. Veya Anayasa Mahkemesi’nin geçen hafta yürütmenin harcamalarını denetim dışına çıkaran Sayıştay Kanunu’nu oybirliğiyle iptal etmesini hatırlatırım. İhaleler yoluyla serpilen sermaye kesimlerine aktarımların denetlenmesini istemeyen bir yürütme aygıtı bu. O yüzden sadece 2000’lerin başındaki yürütmenin yönetişimci mantığıyla açıklanamaz yaşadığımız süreç.

…………..


Peki yasama süreci nasıl işliyor?

Az önce de belirttim. Halihazırda Meclis’te istisnai bir rejimin kurulduğunun en açık kanıtı, literatürde “özel yasama” tekniği olarak bilinen “temel kanun”, yani “torba yasa” yönteminin son dönemde genel yasa yapma tekniğine dönüşmüş olması.  Temel kanunda komisyonlar devre dışı, Genel Kurul’da muhalefetin sözhakkı neredeyse yok; üstüne üstlük oylamalar 30 maddede bir paket olarak yapılıyor. Sermayenin doğrudan torba yasa, “özel yasama” yöntemiyle iktidarı özelleştirdiği görülüyor burada. Bir geceyarısı operasyonuyla 30-40 maddelik paketlerin sabaha karşı yapılan eklemelerle 100 maddeyi geçtiğini böyle öğreniyoruz. Bu sayede geceyarısı THY emekçilerine grev yasağı getiriliyor. Çünkü ağırlıklı olarak toplumsal meşruluğu sınırlı düzenlemelerin “hukuk darbesi” yoluyla, farklı sınıf kesimlerine 30 maddenin içinde farklı kısmi tavizler verilerek kabul ettirilmesi sözkonusu bu yöntemde. Yani hegemonik bir despotizm. Bakın Şeref İba’nın çalışmasından bir istatistikle yasamanın durumunu gözler önüne serelim. AKP’nin ilk yasama döneminde (2002-2007) toplam 1589 kanun maddesi, “özel yasama” yani torba yöntemiyle geçirilmiş. Bu sayı 2007-2011 döneminde 4823’e çıkmış. 2011 sonrası için Meclis’e başvurdum bilgi edinme kapsamında, bu yöntemle 987 madde geçmiş 2011’den bugüne kadar; yani Meclis görüntüde var; ama yasama tekniği olarak istisna kurallaşmış. O yüzden artışın hangi dönemde olduğuna iyi bakalım; 2007 sonrası dönüşümler anlaşılmadan, bu Bonapartizan karakter de anlaşılamaz çünkü. Dolayısıyla Meclis zaten yetkilerini yürütmeye devretmiş durumda, Anayasa taslağının geçmesini beklemeye gerek yok bunu görmek için. Marx’ın Bonapart analizinde ifade ettiği üzere “her gün gerçekleşen hukuk darbeleri”, hükümet darbeleri Meclis’te sahneleniyor.  Yasama özel yasama, yargı özel yetkili. Özelleşmiş bir iktidar aygıtı bu. Çıplak sınıf karakteri belirgin ve parti gündeminin talep ettiği siyasal-ideolojik dönüşümlerle içiçe geçmiş aygıtlar var. Devlet partileşiyor, parti devletleşiyor ve bu durumun sınıfsal ve siyasal muarızları karşısında daha fazla kuvvete, baskıya dayanmak, gücü daha da merkezileştirmek dışında seçenekleri yok. Emeğin ve toplumsal-siyasal her tür muhalefetin baskılanması ve kriminalleştirilmesi tam da bundan. Çünkü burayı ideolojik aygıtlarla göğüsleyemeyecek durumda, hegemonya kırılgan ve sınırlı. Kaldı ki anayasal düzlemde garanti altına alınıp kurumsallaştırılmak istenen sistem, bir Bakanlık tarafından yürütme modeli olarak uygulanıyor. Bu otoriterleşmenin sınıfsal zeminini iyi görmek ve modeli daha iyi anlamak için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bakalım yeter.

Nasıl?
Öncelikle 2011’de Kanun Hükmünde Kararname’yle kurulan yeni bakanlıklara bakalım. Hepsi kriz sonrası yeni ekonomik mimariyi kamu yönetimine yansıtacak karakterde. Bunlardan birisi de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Bu bakanlık, KHK ile kuruldu ve yasama organına onaylatılmadı kuruluşu, doğrudan fiili olarak Başkan’a bağlı işliyor; yani Anayasa taslağındaki gibi; meşruluğunu yasamadan değil, doğrudan Başkan’dan alıyor ve her türlü denetimden azade. İstediği her yasal düzenlemeyi, kendisini kuran KHK’lar dahil olmak üzere Meclis’te “özel yasama” tekniğiyle acilen geçiriyor; sermaye birikiminin kentsel rantın paylaşılması etrafında odaklanması nedeniyle, istediği her türlü düzenlemeye karşı gerek parlamenter, gerek Sayıştay gerekse de yargısal denetimi kapatabilecek yetkilerle donatılmış durumda.  Kentsel dönüşüm, yani Afet Yasası bunun açık örneği; idareyi yargısal anlamda denetim dışına çıkarıyor. Bakanlık kadrolarını KPSS’siz doldurabiliyor; yerellerde Büyükşehir Yasası eliyle, özellikle de Çevre ve Şehircilik İl Müdürlükleri aracılığıyla toprak mülkiyeti ve imar konusunda neredeyse “mülk sultanın” hukuku uygulayacak yetkiye kavuşuyor; birikim rejiminin gündemiyle siyasal açıdan merkezileşmeyi uyumlulaştırarak yeni rejim açısından ayrıcalıklı devlet aygıtı konumuna yükseliyor. Bu bakanlığı incelemek bile, yeni rejimin sınıfsal-siyasal eklemlenmesini analiz etmek ve neoliberal Sultanlık Rejimi için bir Anayasa değişikliği beklememek gerektiğini gösteriyor.

Sultanlık burada metafor olarak mı önerdiğiniz bir kavram peki?

Tam olarak metafor olduğunu söyleyemem. Çünkü bu saptamanın tarihsel bir zemini ve işlevselliği var. Sultanlık inşası tarihsel bir nitelik taşıyor; buna karşın kavram olarak her dönemi genelleştirme riski de taşıyor. Yani imparatorluklar çağında sultanlara “neden cumhuriyete geçmediniz?” sorusunu sormak tarihdışı bir sorudur. Dolayısıyla sultanlık inşası derken onu da tarihselleştirmemiz gerekiyor. Kastım, burjuvazinin siyasal devrimlerle egemenliğin kaynağını dönüştürdüğü koşullarda siyasal tekeliyet kuran ve yine bunu yeni meşrulaştırma pratikleri üzerinden ilerleten Hamidyen rejimdir. Burada da Hamidyen karakterde bir sultanlık inşasından söz ettiğimi belirtmeliyim. Gelelim sultanlık meselesinin neden metafor olmanın ötesinde anlamlar taşıdığı konusuna. Öncelikle şunu hatırlayalım. Tarihsel olarak cumhuriyetçi rejimlerin her çürümesi ve krizi karşısında sistem içi restorasyon çözümlerinin herbiri, daima imparatorluk tesis eden, gücü bu yönde merkezileştiren ve bunu yaparken de meşruluk kanallarını giderek dinselleştiren bir karakter taşır. Roma Cumhuriyeti’nin oligarşik karakterini ve iç savaşla yönetme krizine giren tarihselliğini düşünelim. Evet iç savaşı belki Jül Sezar bitirmiş olabilir; ama esas olarak bu krize gerçek siyasal yanıtı getiren kişi hemen ardından gelen Augustus oldu ve Augustus’un ilk yaptığı şey sözde cumhuriyetin çürümüş kurumlarını tasfiye etmeden kendisini “principate” ya da eşitler arasında birinci ilan ederek İmparatorluğa geçiş olmuştur. Aynı şey Bonapart için de rahatlıkla söylenebilir. Kendisini imparator ilan etmesi üzerinden. O yüzden, egemen sınıfların hegemonya krizinin cumhuriyet krizine dönüştürüldüğü bir ortamda, bu hegemonya krizini iktidar bloğu adına çözen her güç, ekonomik iktidar karşılığında böyle bir siyasal iktidar tekelleşmesine ve Sezarlık, imparatorluk ya da Sultanlık inşasına yönelmekte. Burada Sultanlık çözümü, cumhuriyetin eski sınıfsal karakteriyle çözülme evresine girdiği dönemin ürünü. Tarihsel niteliği gereği, 1980 sonrası Cumhuriyet rejiminin içine sokulduğu oligarşik karakter ve hegemonik çözülme dikkate alınmadan, bu çözülmeyi politikleştirerek imparatorluk referanslarına daha çok başvuran bir yeni rejim saptamasını yerli yerine de oturtamayız.

Peki ya işin siyasal ilahiyat boyutu?

Burası önemli. AKP’yi ve yeni rejim inşasını tarihselliği ve sınıfsallığı etrafında anlamak isteyen her analiz, en sonunda tüm Sezarist-Bonapartist çözümlerin cumhuriyetin krizine cumhuriyeti yıkarak yanıt verdiklerini dikkate almak zorunda. Buradan devam edelim. Birincisi, sömürü ilişkilerini de içerecek şekilde iktidarın kaynağının dinselleştirilmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Burada da bir tarihsel devamlılık var kuşkusuz. Augustus’un Roma’da gücü tekelleştiren yeni rejim inşasına eşlik eden şey, artan oranda dinselleştirmeydi. Döneme damgasını vuran özellik, rejimin Augustus’un nezdinde kutsanmasını simgeleyen tapınakların inşa edilmesiydi. Bunu not edelim. İkincisi, Bonapart’ın 1851 hükümet darbesi sonrasında ilk gündeme getirdiği yasalardan birisi, eğitimin dinselleştirilmesine dönük düzenlemelerdi. Bunu rejimin kendisini ilahileştirmesine dönük diğer ritüellerle beslemesi izledi. Abdülhamit dönemi de bunun örnekleriyle doludur. Ya da İslam tarihine bakalım. Emeviler döneminde Muaviye’nin gücü merkezileştirmesi/baskıcı rejim inşası sürecinde ortaya çıkan İslam itikadı Cebriyye, ki cebir kökündendir ve yine benzer bir krizin ve yarılmanın üstüne gelen karakterdedir; iyiliklerin kaynağını dünyevi iktidarla özdeşleştirirken; her türlü kötülüğün, sömürünün ve baskının kaynağını ise ilahileştiren bir kader anlayışını yerleştirerek bu tür bir siyasal ilahiyat formülüne boşuna yaslanmamıştı.  Yeraltındaki işçilerin ölümünü “güzel öldüler” diyerek karşılayan; çadırda yanarak, gölette boğularak, madende göçük altında kalarak ölen işçilerin durumunu piyasalaştırmanın, güvencesizleştirmenin, taşeronlaşmış sömürü ilişkilerinin dünyevi karakterini silikleştirecek şekilde ilahi bir gerekçe üzerinden “kader”le açıklayan, işte tam da bu “maddi zor”la “manevi zor”u bütünleştiren yeni Cebriyye rejimidir.  Bu noktada dinselleştirmenin ya da isyanları bastırıp denetleme projesinin ilahi karakterini açığa çıkartmak, aynı zamanda sınıf ilişkilerinin üzerindeki örtüyü kaldırmak anlamına geliyor. Tam da bu nedenle piyasalaştırma, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma ve ekonomi dışı zora dayalı tüm ilkel birikim dinamiklerinin elinde iki tür “zor” kaldı diyebiliriz. Birincisi yasal ve maddi zor; emeğin her türlü sendikasızlaştırma, güvencesizleştirme yoluyla denetlenmesi ve muhalefetin “terör” üzerinden kriminalleştirilmesi; ikincisi manevi zor; ezilenlerin içinde bulundukları sınıf ilişkilerini ve konumlarını ilahi bir “mecburiyet” olarak kabullenmeye zorlanmaları. Dolayısıyla gücü tekelleştiren, cumhuriyetin oligarşik karakter kazanıp krize giriş dinamiklerini 2008 krizi sonrası sermayenin ilkel birikimci beklentileriyle birleştiren bir Sultanlık rejimi pratiğinin en sonunda kendisini ilahileştirmesi, kutsallaştırmasıdır sözkonusu olan. Augustus’un Roma topraklarını kendi iktidarını ilahileştirecek ve sorgusuz-sualsiz bir zemine yerleştirecek düşüncesiyle kendi adına tapınaklarla donatmasıyla; Erdoğan’ın kendi adına, sultanlar camii anlamına gelen “selatin camii” yaptırma girişimleri arasında kategorik olarak bir fark yok. Sistem içi fren-denge mekanizmalarını tasfiye ederek gücü tekelleştiren her iktidar açısından dinselleştirme; emeğin denetlenmesine olduğu kadar rejimin de kutsanmasına, ilahileştirilmesine hizmet eder. Çünkü denetim mekanizmalarını tasfiye ederek tekelleşen her rejim, hatasızlığını ima ederek zaten kendisine bir ilahilik atfetmiştir. AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un geçen hafta sarfettiği “AK Parti, Allah’ın yardımıyla iktidarda” sözü tam da bu siyasal ilahiyatın ulaştığı yeni boyutu göstermesi açısından epey semboliktir.

Bu saptama rejim dönüşümü meselesine bakarken hangi boyutları eklemleyerek, irtibatlandırarak ele almamızı sağlayabilir?
Tam da bu yüzden yeni rejimin her yasal düzenlemesine; siyasal anlamda tekelleşen iktidar; sınıfsal anlamda sermayenin birikim olanaklarını genişletirken emeği köleleştiren karakter ve ideolojik düzlemde de bu ilişkilerin dinselleşme ile yumuşatılmasını, korunmasını gündeme alan içeriğine bütünlüklü vurgu yaparak çözümlemeliyiz. Bunun en açık örneklerinden birisi, 4+4+4 yasasıydı mesela; bir yanda neredeyse Milli Eğitim Bakanlığı’na tüm parlamenter yetkileri devreden bir yetki yasası; diğer yanda özellikle meslek liseleri üzerinden öğrenciliğin işçileştirilmesi-güvencesizleştirilmesi; eğitim aracılığıyla, aileden devralınan sınıf ilişkilerinin devamlılığının, yeniden üretiminin garanti altına alınması ve son olarak da eğitimde dinselleştirme pratiklerinin yoğunlaştırılması. Bu üçlü karakter her düzenlemede birbirini tamamlayıcı nitelikte işliyor ve bunlardan sadece birisine odaklanmak; diğer karakterleri silikleştirerek yeni rejimin hegemonyasına pasif de olsa destek sağlamaya yarıyor. O yüzden bir kere bu sınıfsal, siyasal ve ideolojik üçlü karakteri iyi anlamalıyız. Erdoğan’ın dindarlaşma polemiği üzerinden sarf ettiği nesil tartışması ve “isyankar mı olsunlar?” sözü ya da 444’lü eğitim-öğretim yılının açılışında söylediği “imam hatiplerden hiç terörist, anarşist yetişmedi” sözleri, tam da eğitim-dinselleşme ilişkisinin gerçek mahiyetini ve sınıf ilişkilerinin din üzerinden denetlenmesi projesinin karakterini açığa vurduğu için önemli. Bu dil ve tarihsellik, en çok da 12 Eylül rejiminin doğrudan baskı aygıtlarına yaslanarak inşa ettiği sınıfsallığı hegemonik araçlarla; onun tespitini de, çözümünü de paylaşarak yeniden ürettiği, restore ettiği için aslında karşımızdaki sürecin Kenanizm’in hegemonik araçlarla sürdürülmesi anlamına geldiğini de iyi belirlememiz gerekiyor. Bu rejim havadan oluşmadı; 12 Eylül darbesinin yasal-kurumsal zemini üzerinde ilerliyor. Dönüşümü okurken bu bağı kurmak zorundayız.

Son olarak bunu açalım mı? Kenanizm’in zaferiyle neyi kast ediyorsunuz?
Zizek’in bir saptaması üzerinden düşünüyorum bunu. Zizek bir siyasal pozisyonun aslında tam da ideo-politik muarızları tarafından sözde “tasfiye” edildiğinde bir –izm haline geldiğini ya da hegemonik bir karakter kazandığını vurguluyor. Mesela Sezarizm’in zaferi, Sezar’ın ölümü sonrasında onun çözümünü hegemonikleştiren Augustus sayesindedir. Ya da Thatcher’in zaferi, onun “demir” ilişkilerinin neoliberal temelde yumuşatılmasına ve hegemonik karakter kazanmasına dönük Blair dönemindedir; Thatcherizm tam da o dönem ideolojik zaferini ilan etmiştir. Ben de AKP’nin 12 Eylül 2010 referandumu ve sonrasında ideolojik-politik düzlemde Kenan Evren üzerinden “darbecilerle hesaplaşma” şiarıyla yürüttüğü “dönüşüm”lerin  hem sınıf ilişkilerinin denetlenmesi hem ideolojik ve siyasal düzlemde bu ilişkilerin bastırılma biçimleri hem de uluslar arası emperyalist süreçlerdeki bölgesel işlevsellik üzerinden düşünürsek Kenanizm’in hegemonikleştirilmesi ya da Kenanizm’in hegemonik araçlarla restorasyonu anlamına geldiğini söylüyorum.

Ne Yapmalı?

Bu otoriter rejim dönüşümünü her alandaki izleriyle takip etmek ve onun sınıfsal karakteriyle mücadeleyi siyasala tahvil etmek gerekiyor bu dönemde. Aksi durumda Sultanlıkta “demokrasi”  pazarlığına döner mesele. Oysa cumhuriyetin eleştirisi demokratik ve halkçı bir cumhuriyet inşasıyla mümkündür; onu sultanlıkla ikame etmekle ya da sultanlığı demokratikleştirmekle değil. O yüzden rejim meselesini görmezden gelen her tür politik konumlanış tarihdışıdır bugün. Tam da bu nedenle böyle bir okuma üzerinden yeni bir kurucu siyasal öznenin tarih sahnesine çıkması sürecine, hiç olmadığı kadar önem verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü siyasal durum tespitini bu yönde yaparsak, bunun getirdiği siyasal görevleri de görmekle yükümlü oluruz. Teoriden kaçış, aslında pratikten kaçıştır bu yönüyle.